İnternetin bu sayfaya kesinlikle ihtiyacı var zannımca. Bu web sayfası açılsa ve halkımızda günlük hayatta karşılaştığı, başına gelen küçük hesapların yapıldığı durumları yazsa neler olur acaba. Küçük hesaplar yazıla yazıla, paylaşıla paylaşıla azalır mı yoksa, küçük şeyler birike birike daha da büyür mü? Kafamda deli sorular...
Bu konuda böyle bir risk söz konusu iken, aklımdan geçen ise web sitesi için en iyisi sen "yap işlet devret" yöntemini kullan diyorum. Böylece daha az risk almış olurum sonuçta. Hele ki devrettin mi kafan rahat. Senden kralı yok. Düşünsene yapmış bitirmiş ve devretmişsin bir kere. Senin önünde kim ya da ne durabilir bu saniyeden sonra. Teheheyt :) 
Bu, gelişine vurmak için yaptığım ilk girişim,dolayısıyla da ilk heyecan. Malum ilkler kolay kolay unutulmaz. Ne kadar yaparsan yap o ilk anın heyecanını,hissi bir türlü gitmez zihinlerden. Aynı zamanda da ilklerde yapılan hatalar ve eksikler her zaman hatırlanır. Her zaman zihinlerden keşke birincisi ile değil ikinci üçüncü deneyimle başlayabilsem diye de geçiririz çoğu zaman ama olmaz işte.Benim ki de böyle bir girişim işte ikinci tadında başlamayı umduğum gelişine ilk vuruş girişimim.

İşin korkutucu olan yanlarından biri ise bu gelişine vurma girişiminin ilk kısmındaki aksama. Yani gelişte yaşanabilecek olası sıkıntı. Ya gelmezse ?

İllaki gelecektir elbet amma velakin gelişler sıkıntılı olabiliyor zaman zaman. Bazen beklersin beklersin beklersin ama bir türlü gelmez. Düşündüğün hayal ettiğin şeyler ile beklediğin şeylerin arasında ters ilişkinin varlığından mütevellit herşey tersine gidebilir. Tersliklerden kork ey yiğidim. Terli terli su içmekten korkma, çıplak ayakla yere basmaktan korkma, ıslak halde duş perdesine dokunmaktan korkmada böylesi terslikler ile karşılaşmaktan kork.

Karşılaşmak zordur, göz göze bakışmayı gerektirir. Baktığın gözlerden içeri girersin de karşılaştıklarının sindirimine uğrarsın da kaybolursun o tersliklerde. Evlerden ırak. Allah düşmanımın başına vermesin derler ya tam o hesap işte. Yani Allah düşmanımın eline koluna dizine dursun, her yerine versin de başına vermesin. Baş önemli sonuçta malum. Akıl yaşta değil başta diye boşuna söylememişler. Bu kadar önemli olmasa neden böyle densin sonuçta bir bildikleri var ki söylemişler. Düşünsene bu lafı ilk söyleyen insan ile karşısına geçen insanın ilk diyoloğunu.
-Akıl yaşta değil baştadır oğlum.
-Hadi be uyduruk uyduruk lafları nereden buluyorsun böyle
-Birşey biliyoruz da söylüyoruz kardeşim, tecrübe konuşuyor burda.

 Evet gerçekten de öyle ağzı olanın konuştuğu gibi birşey bilen de konuşuyor. Yani ağzı olanın konuştuğu küme her koşulda birşey biliyor da konuşuyor kümesini her daim kapsasa da her ikisi de aynı işi yapıyor. Gelgelelim biliyoruz da konuşuyoruz pek bir havalı, kendinden emin. Ayrıca bir cool duruyor. Dahil olduğu ağzı olan konuşuyor kümesinin adeta daha spesifikleşmiş ve uzmanlık kazanmış hali. Ee uzmanlık kazanmış sonuçta bir alanda dolayısıyla ister istemez biraz gururlanma,böbürlenme ve ego olacak bitabi. O ego yapmasın da kimler yapsın. Koskoca biliyor bir kere, başlı başına muhteşemliğe giden yolda atılan dev bir adım. Adım adım geliyor işte insanın üstüne kelimeler yavaş yavaşta olsa. Mühim olan gelen bu dev adımları karşılayabilmekte. Yani onları münasip şekilde ağırlayıp sonra bakkala gönderebilmekte. Uzmanlaşmş insanlardan ve egolardan bahsediyorum. Onları diyorum bakkala göndermek icap eder diyorum. Bakkala göndermek adeta gelişine vurmadan önce yapılan en estetik hareket. Vücut çalımı atıp, tamamen onu saf dışı bırakmak. Umarım bu yazı başlı başına bu estetiğin kendisine örnek olabilmiştir,zira benim bu ilk gelişine vurma girişimim.
Eksiğim olduysa affola ...

Dünyanın sonu gitgide yaklaşıyor. İklim değişiklikleri, buzulların erimesi, hayvan ve bitki türlerinin yok olması falan falan.

 Hepsi birer birer, damla damla gerçekleşiyor...

Yaşadıklarımız, içinde bulunduğumuz anda, birer damla gibi tane tane hissedilmiyor. Tam olarak olayların nasıl gerçekleştiğini neyin ne olduğunu algılayamıyoruz. Anın içinde olaylar adım adım, küçük küçük gerçekleşiyor ve herşey kazanda suyu kaynatılmaya bırakılmış kurbağa gibi hissettirmeden yavaşça gerçekleşiyor. Bizler ise bunlara şahit olanlar yani kaynatılanlarız. Hem şahit hem mağduruz. Bahsettiğim somut bir durum, bir gerçeklik olduğu kadar bir o kadar soyutluk barındırıyor aslında. Kastım ise gerçek anlamda iklimlerin değişmesi değil düşünsel iklimlerin ve paradigmaların değişmesi, ya da daha görünür ve daha kabul edilemez bir hale gelmesi.

İçinden geçtiğimiz dönemi yaşadığımız olayları, insanlık dramlarını, patlamaları, sahile vuran çocukları, çevremizde gitgide daha da belirginleşen tuhaf insan profillerini, darbecileri, savaşları düşünsenize hele bir. İnsanın saydıkça sayası, aklına geldikçe tarihe daha da bir not düşesi geliyor. Sonu da gelmiyor ya bu listenin her nedense neyse.

Bu gidişatla bir iklimin değişmemesi mümkün müdür zaten. Hayvan ve bitki türlerinin sonunun gelmesi gayet doğal değil mi sence de? Hangi iklim kaldırabilir ki bu yaşadıklarımızı. Yıllar sonra geriye dönüp bakıldığında yaşanılanlar nasıl anlatılacak bir düşünsene. Gelecekte genç nesilden biriyle konuşurken neler neler anlatabileceksin; şahit olduğun darbeler, savaşlar, ölümler, kayıplar, hırsızlıklar, insanlık dramları. Say say bitmez ki ...

Tarihin akışı içinde öyle tuhaf bir zamandan geçiyoruz ki içinde iken çok fazla hissedemiyoruz ama ileride yaşadıklarımızı durup düşündüğümüzde hepimizin ağzı açık kalacak bundan eminim. İçine sıkıştığımız modern dünya döngüsündeki varoluşsal sıkıntılar bir yana dış dünyadaki bu darboğazlar, bu kerpeten ağzı durumlar kısa kısa anlatılır gibi değil. Bu keşmekeşin içinde ayakta kalabilmek, sağlıklı olabilmek, yeni bir şeyler düşleyebilmek bile çok güç ...

Gördüğümüz, yaşadığımız şeyler karşısında hissettiğim ve gitgide daha da belirgenleşen net bir his var bünyemde. Onu cisimleştirebildiğimi ve tarifleyebildiğimi düşünüyorum artık. Bu his hali nedir dersen, bir bulantı ...

Biraz daha açmak gerekirse bir bulantı ve öncesinde gelen inanılmaz başdönmesi ve de öğürme hali. Kusmak istiyorum ama kusamıyorsun yani işte tam o ruh hali. Sözcükler bile zincirlenmiş sanki bir yerlere. Hep bir korku hep bir çekince. Kusmak istiyorum içimde çok şey var kusabileceğim biliyorum ama kusamıyorum. Öğürme sırasındaki dizleri yere çöküp klozete kapanma hali var sadece. Şu an için daha fazlasını yapamıyorum, yapmıyorum ve ya vesaire vesaire.

Bir ışık bir umut bir yol yordam nedir görünmez ufukta, zifiri bir karanlığa doğru sürüklenmekten başka hiçbir şey yapamıyoruz. Bu karanlık içerisinde kendi varoluşsal sıkıntılarımız bir hayli karanlıkken bir de bunlar dayanılası gibi değil. Aynı karanlığı paylaştığımız insanlarla bile konuşamıyoruz. Hislerimizi bile paylaşacak insanı bulamıyoruz, göremiyoruz, ya da hiç kimseye güvenemiyoruz velhasıl. Zifiri karanlığa giden bir yol bizim ki. Nereden dönülür bu karanlıktan bilinmez.

Biribirimizle bir konuşmaya başlayabilsek, bir güvenebilsek birşeyler olabilecek sanki. Yani tam o noktada bir umut ışığı var gibi. Hani tarihin tekerinin dönmeye başladığı noktadan itibaren zaman zaman ortaya çıkan inatçı, inançlı, hayal eden insanlar var ya onların attığı tohumlar bir canlansa sanki, o tohumlar bir elele tutuşabilse herşey daha iyi daha güzel olacak gibi. Işık orada ... Tarihin içinden gelen, zaman içinde atılagelen çimlenmeyi bekleyen tohumlarda o umutlar. O tohumlar bir dile gelmeye başladığında birbirleri ile konuşmaya başlayacaklar. Konuşmaya başladıklarında ise birbirlerini hiçbir kimliğe hiçbir belirtece gerek kalmadan kolayca tanıyacaklar. Ve o gün, işte tam da o gün bu dünyadaki karanlık parçalanacak. Umut iklimine dönecek herşey ve herşey hayal ederek daha da güzelleşecek. Bunu biliyorum, bunu duyuyorum, bunu hissediyorum hem de tüm hücrelerimde.

Bir gün, bir zaman, bir yerde bu tohumlar köyden şehre, şehirden kente, fezadan dünyaya ya da magmadan yeryüzüne doğru bir yerden gelecekler. Ama gelecekler ... 

Şu an için ise bize düşen tüm güzellikleri bilerek fakat utanarak ve üzülerek canımızı yakan bu lanetle yaşamaya çalışmakta. Utanarak, üzülerek ama bekleyerek, o güzel günlere bir hayıflanıştır benimkisi...

İklimler değişmesin, izin vermeyelim !!!

Nazım Hikmet- Memleketimden İnsan Manzaraları








Dışımızda ülkelerin, örgütlerin, cinsiyetlerin savaşı, içimizde ise duygularımızla olan büyük bir savaş süregidiyor. 

Herkes tek bir ağızda sözleşmişçesine ‘bu işler ne olacak böyle bilmiyorum’ diyor. İmagine şarkısını söylemekle, profilleri Fransa ya da Türkiye bayrağı yapmakla ya da ya da bayan kelimesi yerine kadın demekle hiçbir şey düzelmiyor. İçe dönecek olursak da alkol sofralarında ayakların yerden kesilircesine içmekle, hang overların dozunu artırmakla, şiirlerle şarkılarla kopmakla hiçbir şey olmuyor. Aslında birşeyler oluyor tabi ki amma velakin bize içte ve dışta tam anlamıyla barış lazım, aşağısı kurtarmaz bizi.

Öyle bir çağdayız ve çevremizde öyle olaylar yaşanıyor ki bunların hepsine tanık olmak bir hayli ağır. 

Yaşanılanların yoğunluğunu ve ağırlığını belki de yıllar sonra yazılacak olan kitaplarla anlayacağız ya da farkedeceğiz. Dünyamızın ve ülkemizin içinden geçtiği bu amansız nefes aldırmayan kargaşa, kaos ve bencillik çağı yetmiyormuşçasına bir de içimizde yaşanan dünya savaşları insanı karamsarlığın kucağına bırakıyor. İçimizdeki dünya savaşını kısaca anlatabilmek pek mümkün olmasa da bu savaşın yansımasını antidepresan ilaçların kullanım sıklığı, intihar, cinayet ve suç oranlarına bakarak anlamak mümkün.

Tam bir cinnet halindeyiz ve bu cinnet hali içinde ayakta kalabilmek ise oldukça güç. 

Somut bir savaşın yanısıra içimizde de süren bir savaş söz konusu. Buna hangi yürek dayanabilir söylesene bana.

Savaş içimizde ve dışımızda tüm hızıyla devam ederken, bir yerden başlayıp, savaşta siper alıp durumu açıklayabilmek ve anlamlandırabilmek ve de çıkış yolu bulabilmek, dumansız bir hava sahası yaratabilmek gerekiyor.

Ben sipere, içeri kısmından başlayarak yazmayı tercih ettim. Devamında ve detayında ise başlangıç noktam ilk olarak özel olma fikri oluyor.

Kendime sorarak başlıyorum.

“Ben özel miyim?”

Soru zor ve cevaplaması güç. İlk önce içten içe “galiba” diyorum, “evet ya” gibi kimi utangaç cevaplar da alsam da gerçeklerle karşılaştığımda (deneyimler ya da yenilmiş kazıkların bileşkesi sen buna ne dersen de) ve kendimi kandırmaktan vazgeçtiğimde bir sonuçla karşılaşıyorum.

Hiçbirimiz özel değiliz.

Evet yanlış okumadın hiçbirimiz özel değiliz.

Her ne kadar bu çağ tam tersini söylese de durum bundan ibaret. Herkesten özel olduğunu duymak için çıldırırken, bütün firmalar şirketler sana özel olduğuna dair vurgular üzerinden satışlarını yapmaya çalışırken söylüyorum bunları, sen özel değilsin. İçinde kocaman bir his var biliyorum "ben özelim galiba" diyorsun hani, kıyıda köşede hele ki bir arkadaşın bir sevgilin bir eşin oldu mu bunu daha da bir net hissetmek istiyorsun biliyorum ama özel değilsin. Yaşadıklarınla paylaştıklarınla özel değilsin ...

Aslında bunu okuduğunda bu ne ya böyle dalga mı geçiyorsun diyebilirsin biliyorum ama özel değilsin. Bu söz aklından hiçbir an çıkması diye özellikle ve defalarca vurguluyorum. Sözler, çiviler gibi çakılsın ve rahatsız etsin ki kafanı bir daha unutmayasın, unutamayasın.

Karşına çıkan saçmalıklar ya da kandırmacalı durumlar karşında bunu unutma ki çok da fazla üzülme diye diyorum bunları.

Biliyorum şu an keyfin yerindeyse bu lafların hepsi boş ve yazıyı çoktan terkedeceksin ve okumayacaksın biliyorum ama özel değilsin. Sen de herkes gibisin. Herkes gibi sevgini yaşayıp, herkes gibi telaşelere kapılıp, hayat koşturmacasında kendine yer edinmeye çalışıp, sen de kendine bir eş bulup çoluk çocuğa karışıp sen de aynı döngülere giriyorsun ya da gireceksin ya da girmen için bu toplum ve düzen elinden geleni ardına koymayacak emin olabilirsin. Misal sevgilinden ayrılacaksın ve içten içe niye ve neden sorularını soracaksın kendine, biz özeldik ve çok özel bir iletişimimiz vardı diyeceksin ama yakınındaki insanların hikayelerine kulak kabartmaya başladığında onların da benzer şeyler yaşadığını sadece hikayenin akışının biraz farklı olduğunu duyacaksın.

Sana özel olduğunu hissettirecek kıyafetler giymek, özel yemekler yemek için bekleyeceksin ve belki yıllarca sırf bunları tadabilmek için önüne konulan tüm sınavlara, engellere, bariyelere doğru koşup onları geçeceksin ama söylüyorum ne sen özelsin ne de o yemekler. Sebebiyse yediklerin sadece bir yemek ve aslında sadece doymak için. Sen onlara ne kadar farklı anlamlar yüklesen de yemeğin adının ya da onu yemenin de özel olmanla hiçbir ilişkisi olmadığını göreceksin. Yeter ki kendinle yüzleşme konusunda yüreğini yanına al.

Kendimize öyle yalanlar söylüyoruz, öylece inandırıyoruz ki bunlara, artık çevredeki insanlardan çok insan kendinden korkmalı diye düşünüyorum. Çünkü kendini kandırdığın o anı yakalamak o kadar zor ki, bunu ancak ve ancak onun yarattığı girdabın içinde kaybolup girdabın içinde nefes alamamaya başlayıp, gözlerin yaşardığında ya da sinirden başın çatlarcasına ağrıdığında ya da dost sofrasında alkolün dibini bulmaya çalıştığında farkediyorsun.

Bu yalanların başında ise özel olduğun hissi geliyor işte.

Söylüyorum sana arkadaşım, arkadaşça, dostça söylüyorum kimseden korkma kendinden korkman gerektiği kadar. En büyük düşman genellikle çok da uzakta değil çok yakınında, biraz da içinde.

Kendine yalan söylemekten kork, kendini kandırmaktan kork.

Ne yaparsan yap, gerçeklerler yüzleşmekten yana ol .

Hani Yeraltı filminde diyor ya “akıllık bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz” diye. Emin ol ne varsa sende var ve insan çevresindekilerden korkmaktan içe dönemiyor biliyorum. Ama tam tersini dene bir kere de dışarıdaki insanlara çok güven kendinden kork, gör bak o zaman yaşadığın film nasıl değişiyor.

Çılgın makyajlar, muhteşem elbiseler içinde olmak, harika arabalarla kilometre sayacının dibini bulmak, güzel vücutlarla libidonun diplerini görmek ya da aşktan ölmekte değil mesele. 

Mesele sıradan olduğunu bilip bunun üzerinden yaşamakta ...



Yaşamak büyük laf değil mi zaten başlı başına? Beylik laflara başladım değil mi ?

Haklısın ama başka nasıl anlatabilir ki insan kendini, fikirlerini bilemedim ki.

Korkuyorum, hem de çok, hem de sıradan biri olmaktan değil özel olduğumu sanıp, çoğunluğa katılmakta ve orada kaynamakta olan suyun farkına varmayan kurbağanın pişkin mutluluğunu yaşamakta.

Son kez söylüyorum sana kulaklarını aç ve beni dinle.

Sen özel değilsin dostum! Kendini biraz seviyorsan bunu unutma !

Sen özel değilsin ve kal sağlıcakla ...

Gitmek mi gerek kalmak mı, o taraftan mı olmalı bu taraftan mı, sevmeli mi sevmemeli mi ...

Kendine kalacak bir yer bulamamış evsizler gibi onlar.

Her hangi bir yere kati olarak yerleşemeyenlerden bahsediyorum.

Bu yerleşememe halinin somutluk kadar soyutluklarda da kendini göstereninden hem de.

Biraz sahipsiz, biraz kimsesiz olma halinden bahsediyorum. Siyah da değil beyaz da, sağ da değil sol da.

Bu ruh hali, kendini hissettirdiği anda insanı can evinden vurur. Bazen bir an bir tarafa tam yakın hissediyor gibi olursun ki bir bakmışsın oraya ait olmadığını fark edersin, sonra da bir diğerine.

Ali Ağaoğlu’nun şu efsane reklamındaki gibi; bu değil, bu da değil, bu hiç değil ...

Bir tarafa ait olmanın verdiği kesinlik ve özgüven bir türlü barınmaz bünyede. Hiçbir zaman o gettolardaki rahatlığa sahip olamazsın. Kendi görüşlerin ya da isteklerin her zaman yerli yerinde durur tabi ki ama bu başka türlü birşey olur genellikle. Genellikle de adı anormal ...

Arafta olmanın zorlukları yetmezmiş gibi, hayat akışı içinde hocanın sorduğu zor tumturaklı soru tadında durumlar da karşına çıktımıydı, tam olarak hapı yutarsın işte o zaman. Kendini tebrik edebilirsin işte o an, çünkü okyanusun ortasında bir başına kaldığın bir ada yaratmayı başarmışsındır artık. Yanına kendinden başka alabileceğin hiçbir şey de yoktur ayrıca.



Bir bilene danışıp, karşına çekip şöyle adam akıllı da konuşamazsın çünkü anlatamazsın ya da anlaşılamazsın.

Araftakiler, gerçek anlamda hiçbir ülkeye, gruba, siyasi görüşe, tek bir duygu dünyasına ait olamayan insanlar ...

Onlar bir gün, bir yerlerde, bir şekilde birbirilerini bulacaklar!

Ancak asıl soru şu, bu yolu nasıl yapacaklar?
Herkes Herkesle Dostmuş Gibi-Barış Bıçakçı

İlk tanışmamız Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmiyle olmuştu. Sonrasında ise filme konu olan kitabın kendisini okumaya karar verdim. Filmdeki hissettiğim keyfin devamını kitapta da hissettim. Dahası yazarın kullandığı dildeki sadelik ve öze olan yoğunlaşma beni benden aldı. Dolayısıyla da bu kitabın akabinde yazarın diğer kitaplarını okumaya başladım. En son okuduğum eserinin adı ise "Herkes herkesle dostmuş gibi".

Kitap yazarın diğer eserlerinde olduğu gibi yine oldukça sade, her cümlede keyif veren kelimeler ve cümlelerle dolu. Ayrıca bu eserde hikayeler daha önce hiç bir kitapta rastlamadığım bir teknikle okuyucuya aktarılıyor. Anlatılan ise birbirinin yanından geçen insanların öyküleri. İlk başta kitabı okurken ne kadar çok karakter var karakterleri mi kaçırıyorum acaba hissi ile okusam da daha sonra kullanılan tekniği algıladıktan sonra kendimi kitabın akışına bırakıyorum.

Öyle ki hikayelerin geçişi sırasında tüm Ankara'yı gezip, hissedebilmek mümkün. Bir İzmir'li olarak Ankara'yı sevmemek için elimden ne gelirse yapmış olmama karşın, Ankara'yı bile sevimli göstermeyi başarıyor yazar :) İnsanın kanına girip, aklına, gönlüne heryere değiyor hikayeler. Anlatılanlar öyle sıradan ve içiçe geçmiş ki, resimdeki nesnelerin uyumu, bir şarkıdaki ahenk gibi dalgalanıp duruyor hikayeler. Anlatılanlar o kadar senden hissi yaratıyor ki, olayların dışında kalabilmek imkansız. Hikayeler kısa kısa olmakla birlikte çok kısa sürede karakterlerin içine girip yol alabiliyorsun. Ayrıca hikaye keşke bitmese, ya da şimdi ne olacak o karaktere diye için gidiyor.

Neyse lafın özü, Barış Bıçakçı'dan diğer kitaplarındaki  gibi basit sözcüklerle kurulmuş sade cümlelerden oluşan, her satırda akılda ayrı bir iz ve keyif bırakan bir kitap daha.

Yazarı kafamda bir şekliyle Süperman'e benzetiyorum son dönemde.  Süperman'e dönüştüğü sırada gözükmeyen, insanlara zor zamanlarında yardımcı olan ve daha sonrasında sıradan hayatına döndüğünde kimse tarafından tanınmayan birine. Öyle ki yazarın internette ya da medyada bir tane bile fotoğrafına rastlayamadım.

Çok büyük cümleler kurmak istemem ama böyle giderse Barış Bıçakçı, Türk edebiyatına damga vuran efsane yazarlardan biri olacağı konusunda hiçbir kuşkum yok.

Birkaç ekşi sözlük yorumu: 





Kitaptan yaptığım cımbızlar: